Bir Alman araştırmacı, vampir efsanelerinin kökenini araştırdı. Sonuçta
bu ‘ölümsüz’ vampirlerin köylerde ölen komşular olduğunu ayrıca kan
emici bile olmadıklarını buldu. Romanya, Macaristan, Arnavutluk,
Bulgaristan ve Makedonya gibi Güneydoğu Avrupa ülkelerinde anlatılan
öykülerde vampirlerin önemli bir rolü var.
Tabutlarını her zaman
giyimli olarak terk eden vampirlerin, yanaklarında ve burunlarındaki
çürümelerle oluşan hafif çukurluklar dışında aslında pek de ilgi çekici
tarafları yoktu. Hatta köpek dişlerinin uzaması gibi en belirgin vampir
özelliği bile Güneydoğu Avrupa vampirlerinde hiçbir zaman görülmemişti.
Bonn
Üniversitesi tarihçilerinden Peter Kreuter’in araştırmasına göre dünya
kamuoyunun, Bram Stoker’in 1897 yılında kaleme aldığı ‘Lord Dracula’
romanından tanıdığı vampir tiplemesinin, halk söylencelerindeki
‘Ölümsüzler’ ile pek ortak yanı yok gibi. İlk vampirler ne kan emici ne
de baştan çıkarıcı yaratıklardı. Hatta gün ışığında bile
kaybolmuyorlardı. ‘Halk arasında anlatılanlar arasında egzotik kam
emicilere yer yoktu’ diyor Bonn Üniversitesi tarihçilerinden Kreuter.
Sıradan insanların vampirleri köylerdeki ölülerdi, yani komşular.
Kreuter,
etnologlarca yayımlanan ve bugüne dek pek dikkate alınmayan sayısız
raporu inceledi. En eski vampirler 1382, en yenisiyse 1968 yılında
ortaya çıkmış. Bir köyde yaşanan uğursuzluklardan (bunlar bilinmeyen
hastalıklar ya da ekini savurup götüren fırtınalar olabiliyor) her zaman
bir ölümsüz sorumluydu. Ölünün dirilmesi, muhakkak bir uğursuzluğu da
beraberinde getirirdi.
Onlara yaklaşan biri, eğer esrarengiz bir
biçimde hayatını yitirirse, komşuları ve akrabaları için sonsuz bir bela
haline gelirdi. Lanetliler bir kez mezarlarından çıkmaya dursun, bundan
sonra kurbağa, tavuk, at ya da fareye dönüşür ve gündelik yaşamlarında
bu şekilde dolaşıp dururlardı. Hatta bazıları alet ya da kap kacak
biçimine bürünür ve zarar verebilmek için her zaman onlarla birlikte
olurlardı.